Libido kaybı yaşam kalitesinde azalma, düşük öz güven ve öz saygı, ve partner ile bağın kaybolması dahil birden fazla sonucu olan bir cinsel bozukluktur. Cinsel istek eksikliği veya cinsel isteğin olmaması önemli bir strese/sıkıntıya veya ilişkilerde güçlüğe yol açtığında doktorlar bu durumu "hipo-aktif cinsel istek bozukluğu" (HSDD) olarak adlandırmaktadır. Semptomların kombinasyonu (düşük istek ve ilişkili sıkıntı) Amerikalı kadınların %10'una varan oranında görünürken benzer prevalans oranları tüm dünyada da görülmektedir. Bağırsak mikrobiyotasının bazı ruhsal ve nörolojik hastalıklarda rolü olduğu görülmüştür ve yakın tarihli çalışmalarbağırsak mikrobiyotasının kısmen beyin tarafından regüle edilen libido kaybı ve HSDD'de rolü olabileceğini önermektedir.
Bakteriler, duygular ve cinsellik
Daha fazla bilgi elde etmek için araştırmacılar HSDD'si olan 24 kadının dışkısını, normal libidosu olan 22 kadınınki ile karşılaştırdılar. HSDD gönüllülerinde belirli bakterilerden daha düşük sayıda olduğunu gözlemlerken Lactobacillus ve Bifidobacterium gibi diğer bakterilerin sayılarında artış vardı. Normal libidosu olan kadınların mikrobiyotası ile karşılaştırıldığında miktarı arasında farklar ne kadar büyükse, cinsel istekteki düşüş de o kadar büyüktü. Rol oynayan mekanizmaları anlamak için daha fazla araştırma gerekli olmasına rağmen, bağırsak bakterilerin vücuda beyne etki edebilecek küçük moleküller salgıladığı düşünülmektedir. Bu durum önemlidir çünkü bu kesin olmayan sonuçlar bir gün kadınlarda düşük libidonun daha iyi yönetilmesine yol açabilir.
Sakinlik veya arzu, seçmek zorunda mıyız?
Yazarlar - libido kaybının bir işareti olan - yüksek seviyelerde Lactobacillus ve Bifidobacterium'un daha önceden agresif düşüncelerde ve üzüntü hissinde bir azalmayla ilişkilendirildiğine de işaret etmektedir. Yazarlar her şeyin bağlantılı olabileceğine inanmaktadır: kızgınlık veya stres cinselliğe bir giriş olabilir çünkü bu duygu durumları insanları heyecanlandırır ve bu da arzuya dönüşebilir.Başka bir ifadeyle, sakinlik ile libido arasında seçim yapmak zorunda kalabiliriz!
Summary
Off
Sidebar
Off
Migrated content
Activé
Updated content
Désactivé
Old sources
Kaynaklar:
Li G, Li W, Song B, et al. Differences in the Gut Microbiome of Women With and Without Hypoactive Sexual Desire Disorder: Case Control Study. J Med Internet Res. 2021 Feb 25;23(2):e25342.
Koku duyusunun kaybı klasik bir COVID-19 semptomudur. Hastalar için özellikle can sıkıcı olan bu rahatsızlık ciddi bir engellilik durumudur. Günlük koku eğitimi ve burun mikrobiyotasının analizini birleştiren çalışmalar, hastaların tekrar koku duyusuna kavuşmasına yardımcı olmak üzere şu anda devam etmektedir.
Koku (anozmi) ve tat (agüzi) duyusu kaybı: Covid-19 duyularımızı bozuyor. Semptomatik hastaların neredeyse yarısında1, etnik kökene bağlı olarak çok değişen şekilde bu rahatsızlıklar görülmektedir (örn. Beyaz ırktan oluşan nüfuslarda insidans Asyalı nüfuslara göre üç kat fazladır)2. Duyusal değişiklikler, etkilenen kişilerde şiddetlidir. Tüm dünyada 4.039 Covid-19 vakasıyla yapılan çok dilli bir çalışmada hastalar koku duyularında ortalama %80 kayıp ve tat duyularında %70 kayıp olduğunu bildirdiler.3
Koku duyusunu geri kazanmak için günlük egzersiz
Ne yazık ki, anozmi sadece Covid-19 ile ilişkili çoğunluklu geçici vakalar ile sınırlı değildir. Kafa travması, nazal enflamasyon, alerjiler ve hatta ileri yaş bile koku duyusunda kayba yol açabilir. Neden? Burun boşluğunu çevreleyen ve kokuları saptamaktan sorumlu duyusal hücrelerde bir bozulma. Anozmiyle savaşmak için Avusturyalı araştırmacılar hastaları günde iki defa olmak üzere çeşitli kokuları (limon, gül vb.) koklamak ve gözlerinde canlandırmak üzere eğitmektedir. Sonuçlar pozitiftir; hastalar altı aylık eğitim sonrasında koku hislerini geri kazanmaktadır. Ayrıca MRI görüntüleri koku hissinden sorumlu beyin bölgelerinin kısmen eski haline geldiğini göstermektedir.
Burun mikrobiyotasına odaklanmak
Bu eğitime ilave olarak araştırmacılar ayrıca burun boşluğunda yaşayan mikroorganizmaların etkisini belirlemeye çalıştılar. Doğru iz üzerindeydiler çünkü koku duyusu azalan hastaların burunlarında daha yüksek bakteri çeşitliliği olduğunu gözlemlediler. Özellikle bir bakterinin koku ile ilgili performansı değiştirdiğinden şüphelenilmektedir. Bu sonuçlardan cesaret alan ekip hasta eğitiminin ayrıca burun mikrobiyotasının dengesini de değiştirip değiştirmediğine yakından bakmaktadır. Sonuçlar henüz bilinmiyor ancak çalışma hastaların koku duyusunu geri yerine koyabilecek önemli mikropları bulmaya ve bunları hastalığın en uygun tedavisinde kullanmaya yönelik umutları ciddi oranda artırmaktadır.
Kaynaklar
1. Dysfonctionnement olfactif (43,0%), dysfonctionnement gustatif (44,6%) et dysfonctionnement chimiosensoriel global (47,4%).
2. von Bartheld CS, Hagen MM, Butowt R. Prevalence of Chemosensory Dysfunction in COVID-19 Patients: A Systematic Review and Meta-analysis Reveals Significant Ethnic Differences. ACS Chem Neurosci. 2020 Oct 7;11(19):2944-2961.
3. Parma V, Ohla K, Veldhuizen MG et al. More Than Smell—COVID-19 Is Associated With Severe Impairment of Smell, Taste, and Chemesthesis. Chem Senses. 2020 Oct 9;45(7):609-622.
Scilog. Training can help recover from lost sense of smell. 11 Jan 2021.
Enfeksiyon ile karşı karşıya kaldığında konak, mikrobiyotayı besleyen ve patojenlerin ortadan kaldırılmasına yardımcı olan bir besin maddesi olan taurin üretir. Bunun sonucu olarak taurin bunu takip eden enfeksiyona yönelik uzun vadedeki direnci artırır.
Öldürmeyen şey seni güçlü kılar. Bağışıklık sistemi bunu harfi harfine uygular. Patojenlere yönelik adaptif yanıtları, takip eden enfeksiyonlara karşı daha hızlı ve daha sağlam bir savunma sağlar. Peki aynısı bağırsak mikrobiyotası için de geçerliyse? İlk enfeksiyonlar optimum bir antimikrobiyal fonksiyon geliştirmesini sağlayarak konak kolonizasyonuna yönelik direnci artırıyor olabilir mi? Bu çalışmada araştırmacılar bunu öneriyor.
Meta-organizma belleği
İlgili deneyler Klebsiella pneumoniae (Kpn) bakterisinı içeriyordu. Oral yoldan enfekte edilen farelerde bakteri kolon lümeninde geçici olarak tespit edildi ve daha donra dışkıdan kayboldu. Buradaki tek istisna fareler öncesinde geniş spektrumlu bir antibiyotik (streptomisin) aldığında oldu, bu durumda dışkıda Kpn yükü yüksek kalmaya devam etti. Dolayısıyla konağın bu patojen tarafından kolonizasyonu mikrobiyota tarafından düzenleniyor gibi görünmektedir. Bu nokta teyit edildikten sonra bir seri deney araştırmacıların geçici bir enfeksiyonun uzun süreli "meta-organizma belleği" olarak adlandırdıkları bir duruma yol açmasını sağlayan mekanizmaları kademeli olarak ortaya çıkarmalarını sağladı. Meta-organizma belleği konak ve mikrobiyotasının bağımsız ve birleşik fonksiyonlarına dayalıdır.
Safra asidinin rolü var
Enfeksiyon sonrasında konağın karaciğerinde safra asidi üretiminde artış görülektedir. Bağırsak mikrobiyotasındaki bu asitleri (özellikle taurin) anaerobik solunum ile kullanabilen mikrop grupları bunun sonucunda çoğalmaktadır. Bu mikrop grupları taurini aerobik hücre solunumunun inhibitörü olan sülfüre dönüştürür. Birçok patojen yaşamak için aerobik solunum yapmak zorundadır. Bu olmadan, ölürler ve konak kolonizasyonu sınırlanır. Diğer yandan sülfürü tecrit etmek patojenler tarafından istilayı destekler. İlginç şekilde dışarıdan taurin alımının enfeksiyon ile aynı etkileri vardır: bunu metabolize edebilen bakterilerin çoğalması, kolonizasyona karşı direncin güçlenmesi vb.
Kolonizasyona karşı direnç: sorular ve umutlar
Ancak hala çok sayıda sorunun cevabı yoktur. Örneğin hangi sinyaller enfeksiyon sonrasında artan safra asidi sentezini tetikliyor? Konak bağışıklık sistemi, enfeksiyon sonrası kolonizasyona direnci desteklemek üzere mikrobiyota ile birlikte mi çalışıyor?
Her durumda, antibiyotik direnci endişe verici şekilde artarken, - bakterilerin yerine- enfeksiyonla savaşmak için bakteriyel metabolitleri kullanmak güven verici bir alternatif sunmaktadır. Ayrıca bu stratejinin bir başka net avantajı vardır: bakterilere dayanan tedaviler (örneğin dışkı nakli) kişiler arası heterojenlik problemiyle karşı karşıyayken daha "üniversal" mikrobiyal metabolitler daha geniş hedeflere karşılık vermelidir.
Bir çalışma bir profaja şifrelenmiş rekombinant endolizinler kullanarak, vajinal mikrobiyotanın faydalı bakterilerine zarar vermeyen bakteriyel vajinozisten sorumlu bakteriyel biyofilmi ortadan kaldırmanın mümkün olduğunu göstermiştir. Bunlar umut vaat eden sonuçlardır.
Bakteriyel vajizonis, dünyada %10 ile %30 arasında tahmini prevalans ile üreme çağındaki kadınlarda oldukça sık görülen bir rahatsızlıktır. Bu durum kısırlık ve gebelik sırasında komplikasyon riskinde artış ile ilişkilendirilmektedir. Bu ayrıca cinsel yoldan bulaşan hastalıklar için bir risk faktörüdür. Bu hastalık, vajinal mikrobiyotada bir denge bozukluğu ve vajinal epitelde Gardnerella bakterisi tarafından başlatılan ve bu bakterinin baskın olduğu bir biyofilm oluşmasıyla karakterizedir. Bu biyofilm çoğunlukla antibiyotik tedavisine yanıt vermez. Antibiyotikler semptomları hızlı şekilde azaltmakta etkilidir ancak altı aylık bir tedavi içinde %60'a varan nüksetme oranlarıyla ilişkilendirilmektedir. Yeni bir çalışma alternatif bir tedavi olarak Gardnerella (sidenote:
Profajlarında
Profajlar konak genomuna entegre edilmiş bakteriyofaj genomlardır. (Saussereau and Debarbieux 2012)
) şifrelenmiş 1,4-beta-N-asetilmuramidaz tip (sidenote:
Endolizinleri
Endolizinler, bakteri duvarını parçalayarak fajların serbest kalmasını sağlayan bakteriyofaj enzimlerdir
) araştırmıştır.
Doğal tipten 10 kat daha yüksek bakterisidal etki
Bu bağlamda yazarlar alan karıştırma yoluyla çeşitli tasarlanmış endolizinler ürettiler. Yazarlar Gardnerella suşu üzerindeki bakterisidal etkiyi doğal tip endolizinlerinkiyle karşılaştırdılar. Rekombinant endolizinlerin bakteriyel etkisi herhangi bir doğal tip enziminkinden 10 kat fazlaydı. 20 Gardnerella suşundan ( (sidenote: G. vaginalis, G. leopoldii, G. piotii ve G. swidsinskii)) oluşan bir panele karşı test edildiğinde PM-477 olarak adlandırılan en aktif endolizin, test edilen antibiyotiklere (metronidazol, tinidazol, klindamisin) kıyasla daha üstün etkililik gösterdi. Ayrıca PM-477'nin faydalı lactobacillus bakterileri veya diğer vajinal bakteri türleri üzerinde etkisi yoktu. Yazarlara göre, PM-477 Gardnerella açısından çok seçicidir ve lactobacillus bakterilerini veya diğer vajinal bakteri türlerini etkilemeden dört ana türün her birinin suşlarını öldürmektedir. PM-477'nin etkisi Gardnerella ve lactobacillus'tan oluşan karma kültürlerde mikroskop ile inceleyerek teyit edildi. PM-477 (at 460 µg/mL for 5 h) monokültürde G. vaginalis ve G. swidsinskii hücreleri parçaladı ancak lactobacillus'u etkilemeden lactobacillus ile birlikte karma kültürlerde de bunları selektif olarak parçaladı.
Hasta örneklerinde etkililik
in vivo duruma yakından benzeyen bir fizyolojik ortamda PM-477'nin etkililiğini analiz etmek üzere araştırmacılar 15 bakteriyel vajinozis hastasından vajina sürüntüsü aldılar ve bu sürüntüleri floresan in situ melezleştirme tekniği (FISH) ile analiz ettiler. On beş olgunun 13'ünde PM-477'nin vajinal mikrobiyotayı etkilemeden Gardnerella bakterisini yok ettiğini ve biyofilmleri fiziksel olarak çözdüğünü gösterdiler. Yazarlara göre endolizinler, bakteriyel vajinozisin tedavisi için antibiyotiklere alternatif umut vaat eden bir tedavi yöntemidir. Bu önemli bir bulgudur çünkü antibiyotikler sıklıkla hastalığın nüksetme ve hastalığın tedavisine direnç oluşma nedenidir.
Hiç sigara kullanmamış kişiler ile yapılan bir ilk prospektif çalışma ağız mikrobiyotasında çeşitlilik ile akciğer kanseri oluşma riski arasında bir bağlantı olduğunu önermektedir. Bu yeni bilgi henüz teyit edilmemiştir.
Akciğer kanseri dünyada en çok ölüme yol açan kanser tipidir. Aktif tütün kullanımı ana risk faktörü iken vakaların %25'i sigara içmeyenlerde görülmektedir ve bu yüksek yüzde tanımlanan önemli riskler (pasif içicilik, hava kirliliği, aile geçmişi vb.) ile açıklanamamaktadır. Bazı gastrointestinal kanserlerin oluşmasında rolü olan bağırsak mikrobiyotasına ilave olarak başka mikrobiyal eko-sistemler de kanser riskiyle ilişkilendirilmiştir. Bu çalışmada yazarlar ağız mikrobiyotasının bileşiminin ve solunum sistemini kolonize edebilme becerisinin akciğer kanserinin gelişiminde rolü olup olmadığını araştırdılar.
Eksilen mikrobiyota, artan risk
Yazarların prospektif çalışması hayatlarında hiç sigara içmemiş 136.000'dan fazla Şanghaylının (61.500 erkek, 75.000 kadın) her 2-3 yılda takip ziyareti ile uzun süreli takip edilmesini içermekteydi. Başlangıçta alınan tükürük örneği akciğer kanseri bildiren tüm gönüllülerde ve cinsiyet, yaş, örnek toplama tarihi ve zamanı, önceden antibiyotik tedavisi vb gibi konularda eşleşen aynı sayıda kontrolde analiz edildi. Metagenomik saçma dizilemesi daha sonra aynı sayıda kontrol ile akciğer kanseri tanısı almış 114 gönüllü ile karşılaştırmak için kullanıldı. Bu analiz, ağız mikrobiyotasında bakteriyel çeşitliliğin olmadığı durumda akciğer kanseri oluşma riskinin daha fazla olduğunu buldu.
Firmicutes'ten daha fazla olması zararlı
Ağız mikrobiyotasının doğal bileşimi de önemli bir rol oynuyor gibi görünmektedir. Araştırılan popülasyonda Spirochaetes ve/veya Bacteroidetes'in göreceli çokluğunda bir artış daha düşük akciğer kanseri riskiyle ilişkilendirildi. Bunun aksine özellikle Lactobacillales olmak üzere Firmicutes soyuna ait bakterilerden daha fazla sayıda olması artan akciğer kanseri riskiyle ilişkilendirildi. Yazarlar bu sonuçların Firmicutes ile bazı solunum hastalıkları (kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve KOAH) arasında bir bağlantı olduğunu gösteren önceki çalışmaların sonuçlarıyla uyumlu olduğuna işaret etmektedir.
KBB mikrobiyotası: etki alanını netleştirmek için daha fazla araştırma gerektirmektedir
Ağız mikrobiyotasının bu büyük ölçekli karakterizasyonu sigara içmeyenlerde akciğer kanserinin nedenlerine yeni bir ışık tutmaktadır. Çalışmanın coğrafi homojenliği bulgularının ilişkili olma durumunu güçlendirmekte ancak kapsamlarını sınırlamaktadır. Farklı popülasyonlarda ve farklı lokasyonlarda ilave çalışma, akciğer kanserinin ve diğer solunum sistemi hastalıklarının oluşmasında KBB mikrobiyotasının rolünü netleştirmeye yardımcı olabilir.
Tedavi yanıtını anlamak, öngörmek ve tedaviyi düzenlemek: yeni bir çalışma inflamatuar bağırsak hastalığı (İBH) olan hastaların bağırsak mikrobiyotasının bağışıklık baskılayıcı bir tedavinin etkililiğini öngörmek için kullanılabileceğini önermektedir.Bu, özellikle kişiyi güçten düşüren hastalıklar için önemli bir gelişmedir.
Crohn hastalığı ve ülseratif kolit İBS'in formlarıdır ve ortak bir noktaları vardır: sindirimi sisteminin bir bölümünde duvarların kontrolsüz şekilde enflamasyonuna yol açarak inflamatuar ataklar sırasında çeşitli semptomlara neden olur. Bu hastalıklar için şu anda kesin bir tedavi olmamasına rağmen enflamasyonu azaltmayı hedefleyen (sidenote:
Infliximab
Doku enflamasyonuna neden olan protein olan TNF-α'yı nötralize eden biyoterapi.
) (IFX) gibi tedaviler vardır. Ancak, hastaların üçte biri bu tedaviye yanıt vermez ve tedaviye yanıtı öngören bir (sidenote:
Biyo-belirteç
Tedaviye yönelik yanıtları değerlendirmeyi mümkün kılan objektif olarak ölçülmüş biyolojik bir özellik. Bu yanıt tam veya kısmi olabilir.
) henüz yoktur. Bu çalışmada araştırmacılar bağırsak mikrobiyotasında sorunun cevabını bulmuş olabilir.
Bağırsak mikrobiyotası tedaviden önce farklılaşıyor...
Çok sayıda çalışma bağırsak mikrobiyotasının bileşimi (bakteriler ve daha yakın zamanda mantarlar) ile İBH arasında bir bağlantı olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla IFX tedavisine yanıtı öngören belirteçleri belirlemek üzere araştırmacılar 72 İBH hastasının IFX tedavisinin bağırsak mikrobiyotası bileşimi üzerindeki (sidenote:
Crohn hastalığı (CH) olan 25 hasta ve ülseratif kolit (İK) 47 hasta.
). Tedaviden önce ve tedavi başlamadan 1 yıl sonra toplanan dışkı örnekleri kullanılarak bağırsak mikrobiyotası bakteri ve mantar çeşitliliği analiz edildi. Hastalar tedaviye yanıtlarına göre üç gruba ayrıldı. Çalışma üç grubun bakteri ve mantar profillerinin tedavinin başlangıcından önce ciddi anlamda farklı olduğunu ortaya çıkardı.
...öngörücü bir araç sunuyor
Tedavinin başlamasından sonra üç grup hasta arasında anlamlı farklılıklar da gözlemlendi: yanıt verenlere kıyasla yanıt vermeyenlerde daha düşük anti-inflamatuar bakteri içeriği veya daha yüksek pro-inflamatuar bakteri ve mantar (Candida cinsi gibi) içeriği vardı. Bu sonuçlar bağırsak mikrobiyotasının tedavi yanıtlarında rolü olduğunu önermektedir.
Bu bulgulara dayanarak araştırmacılar tedavinin başlangıcından önce bağırsakta bulunan ve IFX tedavisine yanıtları öngörmek için kullanılabilecek bazı bakteri ve mantarları belirlediler. Yanıt vermeyen kişilerin erken belirlenmesi tedavinin hızlı şekilde değiştirilmesini sağlayacak, yan etkileri sınırlayacak ve ilgili maliyetleri düşürecektir. Tamamen olumlu bir yaklaşım!
Ventin-Holmberg R, Eberl A, Saqib S, et al. Bacterial and fungal profiles as markers of infliximab drug response in inflammatory bowel disease. J Crohns Colitis. 2020 Dec 10:jjaa252.
Yakın tarihli bir çalışma bazı bakterilerin inatçı HPV enfeksiyonuyla ilişkili olduğunu ve servikovajinal ortamdaki konak-patojen etkileşiminde bağışıklık baskılayıcı faktörlerin rolü olabileceğini gösterdi.
Yüksek riskli insan papillomavirüsü ile inatçı enfeksiyon, servikal displazi ve servikal kanserin önde gelen nedenidir.Son yıllarda çok sayıda çalışma servikovajinal mikrobiyotanın disbiyozisinin inatçı HPV enfeksiyonu, değişen lokal bağışıklık ve servikal intraepitelyel neoplazi ile yakında ilişkili olabileceğini önermektedir. Yeni bir çalışma bu varsayımı doğruluyor.
İnatçı HPV enfeksiyonunun mikrobiyal parmak izi
Bu yeni çalışmada, 15 kadının servikovajinal mikrobiyotası 16S rRNA gen dizilemesi yöntemiyle analiz edildi ve HPV genotip oluşturma yapıldı. Altı kadında inatçı enfeksiyon (12 aydan uzun süredir aynı HPV türüyle enfeksiyon), dört tanesinde geçici enfeksiyon (12 aydan kısa sürede temizlenen enfeksiyon) görüldü ve beş tanesi HPV negatifti. Üç grubun servikovajinal mikrobiyota bileşiminde anlamlı farklılıklar vardı. Sağlıklı kadınlarda ve geçici enfeksiyon olanlarda Lactobacillus türü baskınken inatçı enfeksiyonu olan kadınlarda daha çeşitli servikovajinal mikrobiyota vardı. İstatiksel bir analiz 36 bakterinin geçici veya inatçı enfeksiyon durumuyla ilişkili olduğunu ortaya çıkardı; bu sonuca göre bu bakterilerin biyo-belirteç işlevi görme potansiyeli vardır. Bunların arasında ve önceki çalışmalara benzer şekilde Acinetobacter, Prevotella ve Pseudomonas cinsleri inatçı enfeksiyon ile ilişkiliydi. Diğer yandan Lactobacillus iners geçici enfeksiyon ile ilişkilendirildi.
İmmünosupresif hücrelerde bir artış
İnatçı HPV enfeksiyon olan kadınlarda, servikal salgılarında anlamlı şekilde daha yüksek IL-6 ve TNF-α konsantrasyonları ve periferik kanda daha yüksek sayıda düzenleyici T hücreleri ve myeloid kaynaklı baskılayıcı (süpresif) hücreler vardı. Dolayısıyla servikovajinal disbiyozis inflamatuar bir mikro-ortam yaratarak immünosupresif hücrelerin birikmesine ve dolayısıyla kanser oluşmasına yol açabilir.
Erken tanıya doğru
Bu çalışmanın sonuçları servikovajinal mikrobiyotadaki değişikliklerin inatçı HPV enfeksiyonuyla bağlantılı olabileceğini önermektedir. Ancak disbiyozisin enfeksiyonun inatçı olmasına mı yol açtığını yoksa bunun tam tersinin mi geçerli olduğu bilinmemektedir. Buna rağmen, inatçı HPV enfeksiyonu için mikrobiyal parmak izinin tanımlanması daha erken tanı konulmasını mümkün kılarak nihayetinde enfeksiyonu ortadan kaldırmak için daha erken müdahaleyi ve kötücü servikal lezyonların oluşma olasılığını azaltmayı sağlayabilir.
Yakın tarihli bir çalışma yaşamın ilk altı yılında antibiyotiğe maruz kalmanın bağırsak mikrobiyotasını bozduğunu ve çocuğun gelişimini zedelediğini gösterdi.
Antibiyotik tedavisine maruz kalan yenidoğanlarda değişmiş bir bağırsak mikrobiyotası bileşimi olduğu bildirilmiştir. Ancak bu maruz kalmanın uzun vadede klinik veya mikrobiyolojik sonuçları hala bilinmemektedir. Bağırsak mikrobiyotası ile büyüme, obezite, ve metabolik hastalıklar arasında nedensel bağlantılar dikkate alındığında, araştırmacılar neonatal antibiyotiğe maruz kalmanın doğal bağırsak mikrobiyotası kolonizasyon sürecini bozma yoluyla çocukların büyümesinde uzun vadeli bir etkisi olabileceğini önermektedir.
Değişen gelişim...
Tekil gebeliklerden zamanında doğan 12.422 çocuk üzerinde yapılan bir çalışma çok önemli bilgiler sağladı. Çalışmaya katılan çocuklarda bilinen bir büyüme anomalisi yoktu ve bu çocuklar uzun süreli profilaktik antibiyotik tedavisine ihtiyaç duymadı. Çalışmadaki neonatların %9,3'ü yaşamlarının ilk 14 gününde (sidenote:
Çoğu bebek için intravenöz benzil penisilin ve gentamisinden oluşan bir bileşim
) maruz kaldı. Maruz kalan yenidoğanlar arasından, yaşamların ilk altı yılı boyunca antibiyotiklere maruz kalmayan çocuklara kıyasla sadece erkek bebeklerin anlamlı şekilde daha düşük kiloları vardı. Ayrıca 2 ile 6 yaş arasında bu çocukların boyu ve vücut kitle endeksi (VKİ) anlamlı şekilde daha düşüktü. Bu sonuç doğumdan 5 yaşa kadar takip edilen 1.707 Alman çocuktan oluşan bir kohortta teyit edilmiştir. Bunun aksine neonatal dönemden sonra ancak yaşamın ilk 6 yılında antibiyotik kullanımı hem erkek hem de kız çocuklarda anlamlı şekilde daha yüksek bir VKİ ile ilişkilendirilmektedir.
...ve değişen bir bağırsak mikrobiyotasıv
Neonatal dönem antibiyotiğe maruz kalmanın bağırsak mikrobiyotası üzerindeki etkisini araştırmak için içlerinden 13'ünün yaşamlarının ilk 48 saatinde intravenöz olarak benzil penisilin ve gentamisin almış 33 bebeğin bulunduğu ayrı bir gruptan 1., 6., 12. ve 24. aydan dışkı örnekleri alındı. Neonatal dönemde antibiyotiğe maruz kalmamış 20 sağlıklı yenidoğan bebek kontrol olarak seçildi. Dışkı mikrobiyotası 16S rRNA gen dizileme yöntemiyle analiz edildi. Bir ile altı ay sonra antibiyotik tedavisi gören ile kontrol grupları arasında bağırsak mikrobiyotası bileşiminde anlamlı farklılıklar gözlemlenmesi mikrobiyota üzerinde antibiyotiğe maruz kalma etkisinin devam ettiğini göstermektedir. Bifidobacterium cinsi en fazla etkilenmiş ve antibiyotiğe maruz kaldıktan sonraki 24 aya kadar bağırsaktaki içeriği anlamlı şekilde azalmıştır.
Konu bağırsak disbiyozisi mi?
Neonatal antibiyotiğe maruz kalma, bağırsak disbiyozisi ve çocuk gelişimi arasında nedensel bir ilişki olup olmadığını saptamak üzere araştırmacılar (sidenote:
Bakterisiz farelerde
Steril koşullarda yetiştirilmiş
) tamamlayıcı bir çalışma yaptılar. Farelere, antibiyotik tedavisinden 1 ay ile 2 yıl sonra antibiyotiğe maruz kalan çocuklardan alınan dışkı ile dışkı mikrobiyotası nakli (DMN) yapıldı. Antibiyotiğe maruz kalan bebeklerden DMN yapılan erkek farelerde, maruz kalmamış bebeklerden DMN yapılan farelere kıyasla, kilo alımında anlamı bir azalma gözlemlendi. Bunun aksine dişi farelerde gelişim etkilenmedi. Bu bulgular yaşamın ilk altı yılında antibiyotiklere maruz kalma ile çocukluk dönemindeki gelişim bozuklukları arasında nedensel bir bağlantı olduğunu önermektedir ve bu durumun nedeni bağırsak mikrobiyotasının gelişimi sırasında ortaya çıkan bağırsak disbiyozisi olabilir.
Günde bir kaç parça bitter çikolata kronik böbrek hastalığı (KBH) olan kişilerde komplikasyonlar ile savaşmaya yardımcı olabilir mi? Kardiyovasküler sağlık, mikrobiyota ve beyin üzerinde kakaonun faydalı etkileri dikkate alındığında bu doğru olabilir.
Theobroma cacao kakao ağacının botanik ismidir; ama Theobroma 'nın Yunancada "Tanrıların yiyeceği" anlamına geldiğini biliyor muydunuz? Bir zamanlar sadece rahiplerin ve kralların yiyebildiği çikolata neyse ki daha demokratik hale geldi. Bugün muhteşem lezzeti ve sağlık faydaları nedeniyle tüm dünyada tüketilmekte ve takdir edilmektedir. Yüzde 80'i aşan kakao içeriği ile bitter çikolatanın sağlığa birçok faydası olduğu şüphesizdir. Örneğin, kronik böbrek hastalığındaki (KBH) komplikasyonları azaltabilecek spesifik içerik maddeleri içerir.
Bitter çikolata ve bağırsak mikrobiyotası: kazanan bir kombinasyon mu?
KBH'li hastaların böbreklerinde böbreklerin fonksiyonel kapasitesi azalır ve kanı düzgün şekilde süzememeye başlar. Bu bozukluk üremik toksinler gibi moleküllerin kanda birikmesine yol açar. Bu hastalarda bu toksinlerin üretimine katkıda bulunabilecek dengesiz bir bağırsak mikrobiyotası vardır (disbiyozis). Kakao yemek bağırsakta bilinen faydalı etkileri olan bakteriler (Lactobacillus veBifidobacterium) tarafından kolonizasyonu destekleyerek bağırsak mikrobiyotasını modüle edebilir. Bazı çalışmalar bağırsak mikrobiyotasının modülasyonu ile çikolata yemenin bağırsak bariyerinin bütünlüğünü iyileştirdiğini, enflamasyonu azalttığını ve üremik toksinleri azalttığını da göstermiştir.
Bitter çikolata, kardiyovasküler sisteminizin beyaz atlı şovalyesi
KBH olan hastalarda kardiyovasküler hastalık ve erken ölüm riski yüksektir. Çeşitli çalışmalar düzenli bitter çikolata tüketmenin sağlıklı kişilerde kardiyovasküler sistemi koruyucu etkisi olduğunu göstermiştir. Bu nasıl oluyor? Kan dolaşımını iyileştirerek, özellikle de kan damarlarının çalışmasını iyileştirerek ve kan basıncını düşürerek. Bu iyileşme ayrıca inme riskinde azalmaya da yol açmaktadır.
Ruh halinizi iyileştirmek için ağzınıza bir parça çikolata atın
Kronik hastalıkların hasta üzerinde psikolojik etkisi olduğunu genelde unuturuz. Lezzetli bir şey yeme zevkinin ötesinde düzenli olarak bitter çikolata tüketmek antidepresan etkisi olan serotonin üretimini de stimüle etmektedir (davranışların düzenlenmesinde rolü olan bir nörotransmitter). Bitter çikolatanın tüketimi (yüzde 80'den fazla kakao içeriği), KBH olan hastalar için ilginç bir tedavi alternatifi olarak görünse de enflamasyon, kardiyovasküler risk ve bağırsak mikrobiyotasıüzerindeki potansiyel etkisi henüz prospektif bir klinik çalışmada araştırılmamıştır. Ama bu gene de sizin bir parça çikolata yeme keyfinizi durdurmasın!
Summary
Off
Sidebar
Off
Migrated content
Activé
Updated content
Désactivé
Old sources
Kaynaklar:
Fanton S, Cardozo LFMF, Combet E, Shiels PG, Stenvinkel P, Vieira IO, Narciso HR, Schmitz J, Mafra D. The sweet side of dark chocolate for chronic kidney disease patients. Clin Nutr. 2021 Jan;40(1):15-26. doi: 10.1016/j.clnu.2020.06.039.
Yakın tarihli iki çalışma bağırsak mikrobiyotasının bileşimini ve metabolomunu analiz ederek depresif bozuklukların tanı ve tedavisi için yeni yollar ortaya çıkardı.
Son yıllarda, birçok çalışma bağırsak disbiyozisi ile tüm dünyada 300 milyondan fazla insan etkileyen depresyon arasındaki bağlantıyı incelemiştir. İki yeni çalışma hastalıkta bağırsak mikrobiyotasının rolünü teyit etti.
Endokannabinoid sistem: depresyon ile bağırsak mikrobiyotası arasındaki bağlantı
Pasteur Enstitüsü, CNRS ve INSERM tarafından gerçekleştirilen bir çalışmada tedavi görmemiş farelere, ya sağlıklı farelerden ya da öngörülemeyen kronik hafif stres (UCMS) tarafından tetiklenmiş depresyonlu farelerden dışkı mikrobiyotası nakli (DMN) yapıldı. Daha sonra araştırmacılar bağırsak mikrobiyotasını, çoklu doymuş yağ asitlerinin metabolizmasını ve hipokampüsteki (depresif semptomların oluşmasında ağırlıklı rolü olan bir beyin bölgesi) nörojenezi analiz ettiler. Çalışmaya göre, UCMS farelerinin semptomları (azalmış hipokampal nörojenez, duygudurum bozuklukları) DMN farelerine transfer edildi. DMN farelerinin metabolomik analizi, endojen kannabinoidlerin lipit prekursörlerinde eksiklik ile kendini gösteren değişmiş yağ asitleri metabolizması olduğunu ortaya çıkardı. Bu beynin endokannabinoid sisteminin aktivitesinin bozulmasına yol açtı ve bu durumun da depresyonu tetiklediği düşünülmektedir. Bunları parçalayan enzimlerin farmakolojik olarak bloklanması veya beslenme yoluyla artan endojen kannabinoidler UCMS farelerde DMN alan farelerde depresif semptomları azalttı. Endojen kanabinoidlerdeki bu artış bu farelerin hipokampüsündeki nörojenezde bir düzelmeye de yol açtı. Son olarak hem UCMS (donör) hem de DMN (alıcı) farelerde Lactobacillus sayısında bir azalma ile karakterize olan bağırsak mikrobiyotası disbiyozisi gözlemlendi. DMN farelerinin beslenmesine bir Lactobacillus suşu eklemek hem endojen kannabinoid beyin seviyelerini hem de hipokampal nörojenezi artırmak ve dolayısıyla duygudurum bozuklarını düzeltmek için yeterliydi. Farelerle yapılan bu çalışma endojen kannabinoid sistem yoluyla depresyonda bağırsak mikrobiyotasının rolüne ilişkin yeni bir mekanistik senaryo sağlamaktadır. Çalışma ayrıca beslenmeye yönelik müdahalelerin veya probiyotik kullanımının bu hastalığın semptomlarıyla savaşmakta etkili bir araç olabileceğini de önermektedir.
Bağırsak biyo-belirteçleri: daha doğru bir tanıya doğru?
İkinci bir çalışmada Çinli ve Amerikalı araştırmacılar, dışkıdaki sayıları tedavi edilmemiş major depresif bozukluğu (MDB) olan 118 hasta ile 118 sağlıklı kontrol (SK) arasında değişen 3 bakteriyofaj, 47 bakteri türü ve 50 metabolit belirledi. İkinci bir validasyon kohortunun analizi (38 tedavi edilen MDB hastası vs. 38 SK) 6 biyo-belirtecin (2 bakteri, 2 faj ve 2 metabolit) her iki kohortta da MDB hastaları ile sağlıklı kontrollerin %90'ı aşan bir doğrulukla birbirlerinden ayırt edilmesini mümkün kıldı. Son olarak araştırmacılar dışkı GABA ve ilişkili metabolit seviyelerinin SK 'ya göre MDB hastalarında istikrarlı olarak azaldığını gösterdi. Bu bulgular MDB hastalarında dışkı GABA seviyelerinin bir bağırsak mikropları paneli tarafından modüle edilebileceğini ve bunun da MDH oluşmasında toplu olarak rolü olabileceğini önermektedir. Bu bulgular MDD'nin patojenezini ortaya çıkarmak için yeni yönlendirmeler sağlamaktadır. Bunlar ayrıca bağırsak mikrobiyotasına odaklanarak şu anda eksik ve yanlış şekilde tanı alabilen MDH tanısını iyileştirmeye de yardımcı olmaktadır.